22 Ocak 2015 Perşembe

Kitap Yorumu #2 | Kurtlara Söyle Eve Döndüm



Arka Kapak: 
Aşk insanı büyütür; önce hissettirdiği tarifsiz mutluluk sonra kaybetmenin verdiği derin acıyla...

Günün birinde kimselere bahsedemeyeceğiniz türde bir sevgiye kapılırsanız?

En derine gömmeniz gereken ve ne kadar uğraşsanız da bir türlü peşinizi bırakmayan. Yok olup gideceğine zamanla daha da büyüyerek varlığınızı kaplayan ve sonunda ta kendiniz olup size dönüşen bir sevgiye?

Her bitişin yeni başlangıçlara açılan bir kapı olduğunu hatırlatan Kurtlara Söyle Eve Döndüm, önyargıların yalnızca gerçek sevgiye boyun eğdiğinin de güzel bir kanıtı...


Yorumum:
 Merhaba, kitap aşıkları! Bugün, Kurtlara Söyle Eve Döndüm'ün yorumunu yapacağım. Daha önce buna benzer hiçbir kitap okumamıştım. İyiki Kiler indiriminden bulup almışım. *thanks god* Alırken kitap hakkında zerre bilgiye sahip değildim. Böylesi daha iyi olmuş, bence.

 Kitap, June adında ergenlik çağında olan bir kız tarafından anlatılmakta. Bana başta kitap çok değişik ve çok korkunç gelmişti. "Kendi dayısına aşık bir kız, ne kadar normal olabilir ki?" diye düşünmüştüm. June'un hissettiği duyguları kendi ağzından anlatmasıyla birlikte, tüm bu düşüncelerim kayboldu. Bu kadar masum bir aşka şahit olamazdım, sanırsam. Özellikle homofobik insanların bu kitabı okumasını istiyorum. Çünkü, bu kitabı okuduktan sonra hala nasıl homofobik kalacaksınız, merak ediyorum.

June, gayet sessiz ve uyumlu bir kız. Çekirdek bir ailenin en ufak çocuğu. Ablası Greta ile hiç geçinemezler. Bir zamanlar, June'un en yakın arkadaşı Greta iken, June'un ilgisinin Finn'e kayması, abla ve kardeşi birbirine düşürür. 
Kitapta Greta çok acımaz bir karakter. Filmlerde gördüğümüz umursamaz, burnu havada olanlardan.

 Finn, çok yakın bir tarihte AIDS'ten dolayı öleceğini öğrenmiştir. June, Finn'in AIDS olduğunu öğrenince ona eskisi gibi fiziksel olarak yakın durmaz. Kitabın geçtiği zamanlar yani 1987'de, AIDS ile ilgili nerdeyse hiçkimse  hiçbir fikre sahip değildi. Bu yüzden June, tek bir öpücükten kendisine AIDS bulaşacağından korkarak, dayısına fiziksel açıdan mesafeli davranmaktaydı. Dayısı ve Junie'nin arasındaki bağ o kadar değişikti ki.. Junie, dayısına aşık ve hayran. Ama bu hayranlığın bir üst derecesinde. Sevgisi de kendisi kadar masum.

 Finn'i muhteşem biri olarak görüyor ve dünyada eşi benzeri bulunmayacak bir insan olduğuna inanıyor. Onu ortaçağ hayranı yapan bu adama son derece bağlı.

 Junie, okul çıkışlarında kendisini ortaçağda hissetmek için sık sık ormana gider ve değişik oyunlar oynar. Finn'in kendisine hediye ettiği ortaçağ çizmeleri, uzun eteği ve kendisine 2-3 beden bol gelen kazağıyla, ruhunu dışına yansıtmakta. Finn'den başka arkadaşı yoktur ve gerekte duymaz. Ona her zaman Finn'in yettiğini düşünür.

 June, ablası Greta'nın kendisine neden zalimce davranıdığına bir anlam veremez ve çokta üzerinde durmaz. Kitabın ilerisinde Greta'nın bazı şeylerden dolayı kendi duvarlarını ördüğü anlıyoruz.
Finn, öldükten sonra bazı gerçekler ortaya dökülür ve Junie, Finn'in düşündüğü kadar da muhteşem bir insan olmadığını anlar. Tüm bu hareketleri, sanatsal ruhu başka insanların Finn'de beden bulmuş halidir. Kitabın adının neden Kurtlara Söyle Eve Döndüm olduğunu da açıklamak istemiyorum, kendiniz okursanız daha fazla anlam çıkarırsınız, eminim.

 Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen, bu kadar ustaca yazması beni şaşırttı. En ufak bir olayı bile, kullandığı o müthiş kelimeleriyle süsleyerek, çok değerli bir hale getirmiş. Betimlemeleri, olay döngüsü her şeye bayıldım. Karakterler o kadar derin yaratılmış ki, bazen ben bile anlamakta güçlük çektim. Bazı bölümlerini birkaç kez okudum. Elimde olsa, sonsuza dek bu kitabı okurdum. Tabii, böyle bir şey imkansız. 2015'de okuduğum en en en iyi kitaptı!
Kurtlara Söyle Eve Döndüm'e verdiğim puan: 5/5
Sizlere kitapta en beğendiğim alıntıları paylaşmak istiyorum.

"Ona büyüyünce evimin nasıl olacağını anlatıyordum. Finn gülümseyerek bana dönmüştü.Gözleri herzamankinden daha maviydi sanki. "Sen tam bir romantiksin, June," demişti.
 O sırada Finn'e çok yakın duruyordum. Sergiyle ilgili anlatacağı hiçbir şeyi kaçırmamak için hemen yanındaydım. Ama bunu duyunca geri sıçramıştım ve öyle bir kızarmıştım ki neredeyse nefes bile alamıyordum. Vücudumdaki bütün kan yanaklarımda toplanmıştı ve kalbimin etrafındaki deri kanın çekilmesiyle şeffaflaşmıştı sanki.
 "Romantik falan değilim," demiştim olabildiğince çabuk davranmaya çalışarak. Yüzümü öteki tarafa çevirdim. Finn'in ne kadar utandığımı görmesinden korkuyordum. Kafamdan geçen tüm o tuhaf düşünceleri anında okuyacak diye ödüm patlıyordu.
 Sonunda ona yeniden baktığımda yüzüne tuhaf bir ifadeyle bana baktığını görmüştüm. Sadece bir saniyeliğine. Bir an için yüzünde belirip kaybolmuştu. Sonra bunun üzerini örtmek istercesine gülümsedi.
 "Bir romantiksin, dedim aptal. Çifte kumru romantizminden bahsetmiyorum. Bana omuz atacakmış gibi eğilmişti ama sonra geri çekildi. 
 "Aradaki fark ne ki?" diye sordum temkinli bir biçimde. 
 "Romantik olmak demek her zaman güzel olan şeyleri görmek istiyorsun demektir. İyi olan şeyleri. Hayatın acı gerçeklerini görmek istemediğin, her şeyin sonunda yoluna gireceğine inandığın anlamına gelir."
 Tuttuğum nefesi bırakmıştım sonunda. Bu çok kötü sayılmazdı.Yanaklarıma toplanan kan sonunda dağılmaya başlamıştı.
 Cesaretimi topladıktan sonra, "Peki, ya sen?" diye sordum Finn'e. "Sen de bir romantik misin?"
 Finn bir an durup düşündü. Sonra gözlerini kısarak bana baktı; geleceğimi görmeye çalışıyormuş gibi. O an böyle hissetmiştim. Sonra, "Bazen. Bazen bir romantiğim, bazen de değilim."

"Hayatta insanlara ikinci bir şans verildiğini mi sanıyorsun? Buna mı inanıyorsun? Ben sana söyleyeyim, ikinci şans diye bir şey yok. Bu fırsatlar birdenbire yanı başında bitiverir ve sonra ne olduğunu bile anlamadan... sen daha ne olduğunu bile anlamadan uzakta, geride kalmış bir hayale dönüverirler. Sonra ne olacak peki? Sonra elinde ne kalacak? Ben sana söyleyeyim ne olacağını, beni arayıp keşke seni dinleseydim diyeceksin. Keşke şans kapıma kadar gelmişken peşinden gitseydim diyeceksin. Keşke..."

"Her gece odanda ne dinlediğini bilmediğimi mi sanıyorsun? Requem'den haberim olmadığını mı? O müziği Finn'e ilk kim dinletti sanıyorsun? Güzel olan şeylerden anlayan bir tek o değil"


17 Ocak 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu #1 | THE 100





Arka Kapak:
Onlar Yalancı, Onlar Hırsız, Onlar Asi, Onlar Kahraman Onlar İnsanlığın Kaderini Belirleyecek 100 Genç...

Yaşanan nükleer felaket dünyanın sonunu getirmiş, bu büyük felaketten sağ kurtulan insanlar 300 yıl boyunca Dünya'nın yörüngesindeki bir uzay gemisinde varlıklarını sürdürmüştür. Tükenmeye yüz tutan kaynaklarla koloniyi ayakta tutmaya çalışan yöneticiler, nüfusu kontrol altında tutmak için en sert tedbirleri almakta, hafif suçlar için bile idam cezası uygulanmaktadır. Öyle ki çocuk suçlular on sekiz yaşına geldiklerinde idam edilmektedir. Ama ölümlerini bekleyen bu gençlerin artık çok önemli bir görevi vardır. Gözden çıkarılmış genç suçlulardan oluşan 100 kişilik bir ekip, geçen zaman içinde yerleşime hazır hale gelip gelmediğini test etmek için Dünya'ya gönderilecektir. Koloninin geleceği, onların elindedir. 

100 ekibi farklılıklarını, geçmiş hesaplaşmalarını bir kenara bırakıp birleşmeli ve bilinmezlerle dolu Dünya'da hayatta kalmaya çalışmalıdır. Ama ihanetler, sırlar, henüz bitmemiş ve yeni başlayan aşklar gün yüzüne çıktıkça bir arada kalmaları gittikçe zorlaşacaktır.

                                     Tür: Dystopia, Young Adult
                                     Goodreads Puanı: 3,46
                                     Orijinal Adı: The 100
                                     Sayfa Sayısı: 300
                                     Baskı Yılı: Eylül 2014
                                     Çeviri: Arın Zengin
                                     Yayınevi: GO Yayınları / Beyaz Balina

YORUMUM: 
  Merhaba, az ama benim çok değer verdiğim okuyucu kitlem. Kitap yorumu yapmayalı baya olmuştu sanırım. Ben de dönüşümü The 100 ile yapmak istedim. Bu kitabı birçok kişi ağızından düşürmüyor, her yerde "The 100 harika!" diye dolanıyordu. Pes ettim, ve The 100'a bir şans vermeyi düşündüm. Önce kapağından, daha sonra konusundan bahsedeyim.

Go! yayınevi, orjinal kapak kullanmış. Bu yüzden benden kocaman bir artı alıyor. Ayrıca, mıknatıslı kapak fikri ise muhteşem. Orjinal kapak olduğu gibi, dizi kapağı da mevcut. Ben Okuoku alışverişimde dizi kapağı istemememe rağmen, bana dizi kapağı yolladılar. Ben orjinal kapağına aşık oldum, cidden. Ama dizi kapağı kötü mü? Kesinlikle, hayır! Öyleyse, hemen konusuna geçeliiiim!

 300 yıl önce dünyada yaşanan nükler patlama sonucu birçok insan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalmayı becerebilen insanlar ise, bir uzay gemisinde hayatlarını sürdürebileceklerini düşünmüşlerdir. Nükler patlamadan kaçan insanlar, uzay gemisinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Ama uzay gemisi sonsuza dek yaşanabilecek bir alan değildir. Sadece kısa bir zaman için yaşanabilecek bir yer olarak inşaa edilmiştir. Klasik distopya kitaplarında gördüğümüz gibi; her zaman iki taraf karşı karşıya olur. Bu kitapta da son derece şahşahalı ve diğer insanlara göre çok iyi koşullarda hayat süren insanlar, Phoenix'liler olarak adlandırılır. Phoenix'lilerin yaşadığı güvertenin dışında kalan bölüm ise Walden ve Arkadya'dır. Burada yaşayan insanlar, Phonenix'tekiler gibi rahat yaşayamazlar. Suçlular her zaman Walden ve Arkadya'dan çıktığı için insanlar, onlara ucube gözüyle bakmaktadır.

 Bilim kurgu katagorisine giren bu kitabın bildiğiniz gibi dizisi de var. Ancak şunu söylemeliyim ki; kitap ve dizi bambaşka. Dizide olan bir karakter, kitapta yok. Bu da kitap ve dizinin birbirinden çok farklı olduğunun en iyi tespiti. Kitap dört kişinin ağzından anlatılıyor. Clarke, Wells, Bellamy ve Glass.

 Clarke, 17 yaşında ve doktor adayı bir genç kızdır. İşlediği suçtan dolayı bir hücreye kapatılmış, 18.yaşına girmesini beklemektedir. Çünkü Koloni'de suçlu çocuklar, 18 yaşına kadar bekler, infaz edilirler. Ya af olunur, ya da vücutlarına bir iğne aracılığı ile zehirli -ölümcül- bir madde aktarılır. Bu madde kişinin ölmesini sağlar. Suçlular, öldürüldükten sonra cesetleri boşluğa bırakılır, ordan oraya sürüklenirler. Clarke'ın neden bu hücrede olduğunu anlamak, diğer karakterlerinkinden biraz daha geç oluyor. Meraktan çatlayabilirsiniz. Ben ne yaparsam yapayim Clarke'a ısınamadığımı da belirtmek isterim. Kız ağızıyla kuş tutsa bana göre yine soğuk, yine soğuk.

 Wells, Şansölye'nin -Koloni'nin başkanı- başarılı ve zeki oğludur. Clarke ile geçmişte bir ilişkileri olmuştur ama bunu berbat eden yine Wells'tir. Ben Wells'i ne sevdim, ne de sevmedim. Ama yapmış olduğu şey beni cidden çok üzdü.

 Bellamy, Walden'da yaşayan asi ve ailesini tek başına geçindirmeye çalışan güçlü bir karakterdir. Koloni'nin çok katı kuralları vardır. Uzay gemisi, her yıl daha da kötü sonuçlar veriyor, insanların burada ömürlerini devam ettirebileceği şansını azaltıyordu. Koloni, düzeni sağlamak için katı kurallar koymuş ve 300 yıldır varlığını sürdürmektedir. Kurallardan bir tanesi de; bir ailenin en fazla bir çocuğunun olmasıdır. Ama Bellamy'nin güzeller güzeli ve küçük bir kardeşi vardır. Eğer muhafızlar bu durumu öğrenirse, Koloni halkının kararıyla birlikte; Bellamy'nin annesini idam eder, Bellamy ve Octovia'yı bakım evine yollardı. Böyle bir şeyin olmaması için; Bellamy ve annesi, Octovia'yı çok iyi saklamış, kimsenin görmesine izin vermemiştir. Bir gün Octavia, Koloni tarafından suçlu bulunur ve 18 yaşına gelip idam edilinceye kadar bir hücreye kapatılır. Bellamy, yıllarca kardeşini her beladan uzak tutarken, evlerine baba olurken Octavia'nın idam edilecek olması onu çok sarsmıştır. Octavia'nın neden hücreye kapatıldığını da çok sonra öğreniyorsunuz. Bellamy, çok ama çok güçlü bir karakter. Onu sevdiğimi itiraf etmeliyim ^^

 Glass, ahh benim kadınım. Kitapta en sevdiğim karakter diyebilirim. Kendime o kadar yakın hissettim ki! Diğer karakterlerin hissettiği duyguları tam olarak soluyamazken, Glass'ı bu kadar çok sevmem de hayret edici. Glass, Wells'in en iyi arkadaşıdır ve Phoenix'te yaşamaktadır. Birçok Phoenix'liye göre son derece mütevazi ve kibardır. O da henüz 18 yaşına girmediğinden, Koloni tarafından bir hücreye kapatılır ve idam günün gelmesini bekler. Onunda neden hücreye kapatıldığı bir sır. Ama gizemi çözdüğünüzde, çok şaşıracaksınız.

 Koloni'de yaşayan insanların bu yüz çocuk suçlunun dünyaya gönderileceğinden haberi yoktur. Hatta suçluların hiçbiri ne olduğunu farkında değildir. Şansölye'nin oğlu Wells, bu 100 suçlunun dünyaya gönderileceğini öğrendiğinde, çılgına döner ve kendisini hücreye sokmanın bir yolunu arar. Bunların hepsini eski sevgilisi Clarke için yapmaktadır. Kimsenin haberi olmadığı bir anda Şansölye ve muhafızlar, yüz suçlu çocuğu iniş gemisine gizli bir şekilde götürür. İniş gemisindeyken kaçmayı başaran; Glass olur. Eh, kitapta bir kişinin uzay gemisinden bilgileri aktarması lazımdı ve yazar bunu iyi detaylar ile yakalamış.

 Kass'in anlatımında bazı pürüzler vardı. Kitabı başlarda tam olarak anlayamadım. Daha sonrasında anlatım biçimini güçlendirdiği için aklımda daha net oluştu, her şey. Karakterlerin hissettiği duyguları, okuyuculara pek iyi aktaramadığını düşünüyorum. Distopya kitaplarının çoğunda olduğu gibi, bir sınıf ayrımı var. Ama bunun neden olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Yazar, distopya kitaplarındaki gibi olsun diye sınıf ayrımını yapmadan geçmemiş. Dil anlatımı başta çok basitti fakat daha sonra güçlenmeye başladı. Heyecan bazı noktalar hariç hiç yoktu diyebilirim. Ama bunun sebebi ise, Koloni'de olan olayları, karakterlerin neden hücreye atıldığını anlamamız içindi.

 Tamam, bu 100 çocuk dünyaya gönderildi. Ne yapıyorlar ki sanki? Ben daha güzel, daha maceralı ve heyecanlı şeyler olur diye bekliyordum. Sıkıntıdan patladım diyebilirim. Kitabın bitmesine son 100 sayfa kala, kitabı az da olsa beğenmeye başladım.

 Yazarın betimlemeleri oldukça iyi. Aklımda daha iyi canlansın diye The 100 dizisinin fragmanlarını izlemedim, değil.

 Bazı karakterlerin almış olduğu kararları, yaptıları hataları çok gereksiz buldum. Okuyanlar ne demek istediğimi anlıyorlardır. Glass ve Bellamy kitaptaki en cesur iki karakterdi. Glass'ın olduğu bölümlerde, diğer bölümlere nazaran, duygu çok daha yoğundu. Heyecan, merak ve macera hepsini barındırıyordu. Ama Clarke hakkında konuşacak olursak, ona hiç ısınamadım. Bir şey yaptığından değil. Gayet iyi bir rol oynuyordu ama bazen ne yapsan da ısınımazsın ya hani, aynen öyle oldu. Kitabı okuyan bazı arkadaşlarım, okurken ağladıklarını söylediler. Bence ağlanacak hiçbir şey yoktu. Sadece Glass'ın yaşadığı o romantik anlarda gözlerim doldu.

 Kitabı tamamiyle beğenmedim, demiyorum. Yapacak bir işiniz olmadığında, zaman öldürmek için okuyabileceğiniz bir kitap olabilir. Çerez niyetine okuyabilirsiniz yani.. Ama almak istediğiniz birçok kitap varken, The 100'ı en son satın alabilirsiniz. Kitabı çok beğenlerde var, beğenmeyenler de. Ben ikisinin de ortasındayım, sanırım.

 Kitap yorumum bu kadardı, canlar. Umarım beğenmişsinizdir. Beğendiyseniz, yorum bırakmayı unutmayın, lütfen. Bu arada, hala oylama sistemini yapmayı beceremediğimden vermiş olduğum puanı yazarak belirtiyorum. *iç çekerek, gözlerindeki hüzünü kimsenin görmesine izin vermez* Bir sonraki yayında görüşmek üzere, hoşçakalın!

THE 100'IN BENDEN ALMIŞ OLDUĞU PUAN: 3/5